1 Şubat 2010

15-20 dakika



Gidiyorum buradan. Yanımda hiçkimse olmadan. Tüm tanıdıklarımı bir masa etrafında bırakıp, gidiyorum. Eski püskü şapkamı masaya bırakıyorum. Pardesüm sırtımda, elimde tahtadan hafif bir bavul, arkamı dönüyorum. Ardımdan,

“Güle güle” diyorlar.

Gidiyorum yavaş adımlarla. Yürüyüşüm kararsız. Sanki merdivenlere gelince duraksayıp geri dönecekmişim gibi. Hayır. Bunu yapmıyorum. İniyorum basamaklardan. İnerken aklımda bir şey yok. Ardımdan,

“Gitme!” demelerini bekler gibiyim. Nafile. Demiyorlar.

Dış kapıya vardığımda omzumun üstünden şöyle bir geriye bakıyorum. Ne bir ses, ne bir nefes. Kapıyı açıyorum. Gıcırtılar içinde kapı yere sürtüyor. Gitmeden yağlamalıydı bunu… Soğuk rüzgâr saçlarımı dağıtıyor saniyesinde. Kapıdan dışarı attığım zoraki adımı yağmur taneleri takip ediyor. Şapır şapır damlıyorlar üstüme. Anladım ki kaşkol yetmeyecek. Şemsiyem de yok. Şapkayı da bıraktım geride. Yağmur da hızlandı hani. Mecbur ıslanacağız.

Yolum tren garının yolu. Bir topluluktur almış başını gidiyor. Amaçsız uzay cisimleri gibi, her yöne. Nasıl gidiyorlar? Hızlı, yavaş, koşarak, topallayarak, durup yere düşen gazeteyi ıslanmasın diye alarak, şemsiyeyi açmaya çalışarak, şemsiye ters dönerken, paltosuna sımsıkı sarınmış hâlde… Konuşarak, gülüşerek, yandaki telefon kulubesinin yalnızca kendileri için çalmasını hayal ederek… Üzgün, kırgın, cıvıl cıvıl, kıpkırmızı… Gözleri yerde, gökte, vitrinde, öndeki hanımın çantasında, yandaki beyin arka cebindeki cüzdanda… Ben nerede? Hepsinin arasında bir başına, ıslak, güçlü gözükmeye çalışan ama kimsenin bundan haberi olmayan bir hâldeyim. Yürüyorum. Tren garına doğru.

Gar kalabalık. Cebimde kalem kağıt var. Onları gördükçe yazasım geliyor. Biraz vaktim var. Yolcu geçirenlere bakıyorum bir peronda. Nasıl da üzgünler… Hemen üç metre ötelerinde banklara oturmuş bir aile var. Oflaya puflaya beklemekten sıkılmışlar. Gürültünün içinde bir çocuk ciyaklaması… Ne oluyor? Uzakta gördüğü treni işaret ediyor çocuk. Babası şaşkın, gelen trene bakıyor. Kafasını iki yana çeviriyor. Çocuğun enerjisi çekiliyor, omuzları düşüyor. Anne çocuğu kendine çekiyor ve sarılıyor. Benim karşımdaki peronda ise dumanı tüten trenin yanından yürüyen mutlu mesut iki arkadaş var. Nereye gidiyorlar?

“Anlatsana Mehmet, nasıldı senin komutanlar? Yazdıklarından sonra başka vukuat oldu mu?” Ne neşe ama!

Saat altıya geliyor. Benim tren gelmiş olmalı. Perona gidiyorum. Etraf sakin. Neden ki? Kimse benim gittiğim yöne gitmiyor mu? Merdivenleri çıkıyorum. Vagonlarda ilerliyorum. Boşlar. Devam ediyorum. Tek tük insanın bulunduğu bir vagon bulunca durup oturuyorum. Yalnızlığa dayanamıyorum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder