21 Eylül 2010

Pasif Yalancı - IX

“O zaman,” dedim, “söyle bana sence şimdi ne düşünüyor bu ikisi?” Timuçin hiç düşünmeden,

“ 'Acaba nasıl görünüyorum?' diyorlardır. Bilirsin, çantaları, kıyafetleri, her şeyleri takım olmalı. Bazen makyaj da yaparlar, sırf güzel gözükmek için erkeklere.” Yanılıyordu! Ayça’yı bir kez bile kalem çekerken görmemiştim. Sınıftaki diğer kızlar abartılı abartılı rimeller, yanaklarına allıklar sürerlerdi. Bir de dudaklarını ıslak gösteren rujlar var, onları boca ederlerdi. Okula mı geliyorsun, partiye mi gidiyorsun belli değil. Her kız böyle takıntılı mıdır dış görünüşü konusunda? Timuçin’e dedim ki,

“Yok canım, öyle düşünseler bak kıyafetlerini çekiştirirlerdi. Öyle bir halleri yok. Bence bahar havasını ve okulda olmamanın verdiği rahatlığın tadını çıkarıyorlar.” Belki ben de yanılıyordum. Demin ne konuştuklarını duymamıştım. Sadece deminden beri sessiz kalan Ali öğrenebilirdi deminki dedikodunun iç yüzünü çünkü Sinem’le aralarından su sızmazdı. Demek ki Ali bu oyunda önemli bir taştı.

“Ali,” dedim, “sorsana kızlara demin ne düşünüyorlarmış?” Ali şaşırdı. Niye kendin sormuyorsun demesini bekliyordum, demedi. Adımlarını hızlandırıp onlara yetişti ve Sinem’e sordu. Nasıl sordu bilmiyorum. Ayça arkasına döndü, bana baktı. Hayret bir şey doğrusu! Timuçin yanımda gülümsedi. Yanımızdan geçen arabaların önüne atmak istedim onu. Ayça’nın yanına koşmalı, “Bak Ayça!” demeli, “Bu Timuçin sana göz koydu! Sen benimle gel.” Kös kös yürüyordum kaldırımda.

“Güven, kendine güven artık, pasif olma!” diyordu içimdeki ses. Hiç düşünmeden, bir anda önümüzdekilere koşturdum, Ayça'nın omzundan tuttum ve,

“Özür dilerim Ayça. Şey... Bu kadar dolambaca gerek yoktu. Benimle birlikte olur musun?” diye soruverdim paldır küldür. Ayça donakaldı. Gözlerinden yaşlar süzüldü gülerken.

“Hiç sormayacaksın sanmıştım!” dedi ve kollarını boynuma sardı. Ne Sinem, ne Ali, ne de Timuçin şahit olduklarından hiçbir şey anlamadılar. Bense olanlara inanamıyordum.

12 Ağustos 2010

Pasif Yalancı - VIII

Ali gerginliğimi anlamış olacak ki konuyu değiştirdi bir anda: “Ee, buradan böyle Dolmabahçe’nin yanından yürüyeceğiz, değil mi?” “Tabii sen dün bahçede Sinem’leydin, dinlemedin planımızı.” diyecek oldum, Timuçin tarife başladı, “Dün Gökhan’ın çizdiği şemada gösterdiği gibi, buradan dümdüz yürüyeceğiz. Stadı geçeceğiz, Tophane'den sonra Mimar Sinan Üniversitesi var. İşte ondan sonra da liman işletmelerinin orda İstanbul Modern.” Anlattıklarımı harfi harfine söylemişti. “Ne güzel tarif etmişsin Gökhan, Timuçin ezberlemiş.” dedi Ali. “Ama keşke bana daha önce tarif etseydiniz de Karaköy vapuruna binseydik. Yürümezdik bu kadar.” Timuçin'in aklı karışmış, bana bakarak, “Şema aklımda olmasa böyle anlatamazdım.” Utanarak, “Sizin de işiniz iş ha. Sıkılmıyor musunuz her gün dışarıda gezmekten?” diye sordum ikisine konuyu değiştirmek için. Ali, “Niye sıkılayım ki?” Sinem’i gözleriyle işaret ederek, “Öyle tatlı ki…” Timuçin’in mavi gözleri de bu sırada Ayça’ya kaydı. “Evet, kızlarla vakit geçirmek güzeldir. Her an buluşabilirsin. Bazen sinirlerin gerilir ama sonuçta çıkarın var, senden hoşlanıyor, seni sevdiğini söylüyor, ne istersen yapacağına seni ikna ediyor.” Ne diyor bu çocuk? Çek gözlerini Ayça’nın vücudundan! Kolumu Timuçin’in omzuna attım dikkatini dağıtmak için. “Sahiden, nasıl oluyor da o kadar içten olabiliyorlar? Sen çözdün mü sırrını?” “Yok canım sırrını çözmeye ne gerek var, zevkini yaşa, yeter sana.” Önümüzde tıngır mıngır yürüyen Sinem ve Ayça’ya baktım. Hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi üstümüzdeki yüksek ağaçlara bakıyorlardı. Yeni yeni tomurcuklanmıştı dallar.

31 Temmuz 2010

Plazada son gün

Toplam 22 iş günü süren stajımın son günündeyim. İçimde bir mutluluk var, paralar yatmış! Pazar günü de tatile çıkıyorum. Evet 22 yıldır olduğu gibi yine ailecek, yine Bodrum, yine saatler süren bir araba yolculuğu beni bekliyor... Uzun uçak ve araba yolculukları, zorunda kalmadığım sürece, sıkıntı veriyor. Klostrofobim de yok. Sadece yükseklik korkum var. Bunu da 15. kata ine çıka yenebileceğimi fark ettim. Neyse, bu sefer bizimkiler geçerken beni Kuşadası’nda Seviko’ya bırakacaklar. Birkaç gün boyunca eğleniciiiz.

Dün akşam zaten Ege Cansu ve Seviko’yla İstiklal’de buluştuk vakit geçirdik. Önce Melekler Kahvesi’nde oturduk, yemek yiyip lafladık. Ege Cansu hanfendü fal baktırdı, ağzı kulaklarında döndü. Bense son günlerde çevremdekilerle bol bol bakıp baktırdığım için ihtiyaç duymadım. Oradan çıktığımızda Ege Cansu Leo partisine koşturdu, biz de Seviko’yla Küçük Beyoğlu’na gidip o gürültüde boğazlarımızı patlata patlata birbirimize son 8 ay içinde neler yaptığımızı anlattık. Sesim kısıldı. Çalışanlar bir karnaval havasında yüzlerini zombi, palyaço vb. şekillere boyamışlardı. Bizim yüzlerimizi de boyamak için bol bol sordular ama uslu genç kızlığımız tuttu işte “Biz almayalım” dedik defalarca. Halbuki hiç de uslu genç kızların konuşacağı şeylerden söz etmiyorduk gece boyunca. Ayrıca bize servis yapan çocuk sarhoş gibi sallanıyordu. Seviko’yla, “Herhalde arkada içiyorlar gizli gizli” diyorduk, ki belki hiç de gizli içmiyorlardı. Can’ın üniversiteden arkadaşı Cihat’ı da gördüm selamlaştık, yanında 3 hatun vardı. Keyfine diyecek yoktu! Küçük Beyoğlu’ndan çıkıp köşeyi döndüğümüzde hali hazırda bir midye dolmacı bekliyordu. Ben hiç bu kadar kibar bir midye dolmacı görmedim. Yediklerimiz de tam ağzımıza layıktı. Bir ara dişlerimin arasında sert bir şey hissettim, adam “İnci mi? İnci mi?” diye heyecanlandı. Sonra baktık ki limonun çekirdeğiymiş. Güldük geçtik.

Bugün de güya faturaları gireceğiz ama bir türlü sabahtan beri iş yok önümüzde. Biz de diğer stajyerlerle Kanyon’a gideceğiz öğlen yemeğine. Gerçekten onlar olmasaydı sıkıntıdan patlayabilirdim. Çok hoşsohbetler. Daha sonra da buluşmayı, Ada’da mangal yapmayı, planladık. Dün de tam bizim son günlerimizde giderayak iş çıktı. 1 aydır ofiste tüm dağınıklığı oluşturan dosya, belge, zarf, fotoğraf, çiçek ne varsa toplu temizliğe giriştik. Nihayet. Önümüzdeki günlerde yeni gelecek stajyerlere yapacak iş kalmadı nerdeyse! Akşam burdan son kez çıkmadan önce ofistekilere bir güzellik yapmayı düşündük. Pasta almayı planlıyoruz öğleden sonra. Aslında burda bir Hoşbeş kültü mevcut ama onu her gün yapıyorlar. Birisi alıp da diğerine söylemeyince şakadan kıskançlıklar çıkıyor mesela.

21 Temmuz 2010

Pasif Yalancı - VII

Halatlar atıldı aşağıda, henüz halatlar tam bağlanmadan vapurdan sekerek iskeleye atlayanlar da oldu tabii ki. Biz yukarıda oturmaya devam ettik. Kat boşalınca biz de “Haydi inelim artık,” dedik ve dik merdivenlerden alttaki açık bölüme indik. Kenardan tek sıra halinde yürüdük ve gayet güvenli bir şekilde vapurla iskele arasına çekilmiş köprücükten geçtik. İlerlerken Ayça Sinem’le sohbet etmeye başladı. Ne konuştuklarını bilmiyorum ama içimden bir ses beni çekiştirdiklerini söylüyordu. Ali de bana döndü o sırada. Mülayim gülümsemesiyle,

“Bak sen de kaçtın okuldan ilk defa.” dedi. Kültürel bir aktivite yapmayacak olsak kaçmak istemezdim. Ben de böyle böyle küçük yalanlar söylemeye başladım. İlki okulu asmaktı. Başarılı da oldum aslında. Bakın, karşıya geçtim! Hiçbir şüphe çekmeden, abime bile çaktırmadan.

“Nihayet,” dedim, “zinciri kırdım.”

“Rutinlik zincirini… Daha çok kıracaksın, merak etme.”

“Bir de senin gibi günümü gün edecek sevgilim olsa.”

“Zor iş değil, buluruz sana da bir kız.”

“Nereden bulacaksın?”

“Oğlum, Timuçin gibi bir adam var hemen yanı başında. Onu niye hesaba hiç katmıyorsun? Sana yardımı dokunabilir.” Arkamızda yürüyen Timuçin, adını duyunca hemen atıldı:

“Tabii Gökhan, ben ne güne duruyorum? Bu âlemi tanıyorum. Bak tavsiye istersen hiç çekinme.” Bana bozuk değil miydi bu çocuk? Ne oluyor, böyle bir anda yardımsever arkadaş havalarına girdi?

“Hayır, sağ ol, işimi kendim görmek istiyorum.” Bir paket sigaranın hıncını nasıl çıkarabilirdi ki? Beni üzerek mi?

“Benden söylemesi. Sen istediğini yap.”

Pasif Yalancı - VI

“Timuçin’cim, biz senin için kaygılanıyoruz. Sonra bunun bağımlılığı var, kanseri var, hem harcadığın ve harcayacağın parayı da düşün. Sırf paketlere değil, gelecekte doktor ve ilaç paralarını, ailenin çekeceği sıkıntıyı, onların üzüntüsünü...” Yine ailemin sıralayabileceği türden mazeretler buluyordum.

“Ben henüz var olmayan bir ailenin üzüntüsünü neden engellemek isteyeyim ki? Zaten beş yıl fazla yaşasam ne olacak ki bu hayatta? Ben gençliğimi doya doya yaşayayım, yaşlılığımı yaşamasam da olur.”

“Öyle deme ama. Ne yazarlar var, yetmişinden sekseninden sonra kendi içlerindeki cevheri anlayıp işe koyulup meşhur oluyorlar.” Bunu söyleyen edebiyat aşığı Ayça’ydı tabii ki.

“Yazar olmak isteyen kim Ayça? Hem bırak Allah’ını seversen. Bozuğum ben Gökhan’a. Kişisel tercihlere hiç saygı duymuyor. Atıveriyor benim değer verdiğim şeyi.” Ayça bana baktı yine üzgünce. Ona da mı aynısını yapmıştım? Bu muydu aklından geçen? Onun kalbini de mi denize fırlatmıştım? Sorabilsem keşke…

“Ben... Affedersin Timuçin ama yaptığın doğru değildi.” diyebildim.

“Hala devam ediyorsun Gökhan! Bırak da insanları kendi ideallerine çekeceğin yerde yanlışlarıyla yaşasınlar, kendileri öğrensinler. Rahat bırak, kendini de sıkma benim için.”

“Ama sonra çok geç olabilir. Hem ben de yanımda içilmesinden hoşlanmıyorum. Sen de bana saygı duy o zaman.” Bir Timuçin’e bir bana bakan Ayça sonunda dayanamadı, işin içinden çıkamayacağını anlamış olacak ki yine ayağa kalktı, yaklaşmakta olduğumuz Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi’ni işaret etti ve “Geldik!” diye bağırdı bize.

Sinem, bedenini Ali’nin rahat kollarından sıyırdı ve o da ayağa fırladı. Şimdi vapurun civcivli zamanıydı. Herkes vapurun yaklaştığını anlayınca alt kata doluşacak, kalabalık olacaktı. Bense sevmezdim hemen aşağı inip kalabalığa karışmayı. Ali de benim gibi düşünüyor olacak ki, Sinem’in elinden tutup,

“Bekleyelim mi aşkım biraz? Bak hem ne güzel parlıyor güneş. İyice yanaşsın iskeleye vapur, kalabalık dinsin biraz, öyle ineriz.” Sinem bu sözlerin sakinliğine dayanamadı ve hemen oturdu yumuşak başlı sevgilisinin yanına. Bu çifti huzurlu kılan kesinlikle Ali’ydi. Sinem daha heyecanlıydı, atikti. Ayça yine aşağıya bakıyordu. Ama yanaşmakta olan vapurun çıkardığı köpüklerde boğuluyordu bu sefer. Keşke söylemez olaydım o aptal yalanı. “Yok öyle bir kız Ayça, kandırdım seni!” deseydim ama o zaman da “Pis yalancı” derdi bana, yine kalbinin sıcaklığını tattırmazdı. Ah şu kızlar ah…

20 Temmuz 2010

Hayat!

Yaşamak istiyorum deli dolu,
Güven içinde ve huzur dolu...

Keyfimi kaçırmayın çabuk darılırım
Ömrüm bende kalsın, ben çalışırım

İhtimaller olmayacak değil ama,
Lütfen hayallerimi baltalama!

Ben sana ne yaptım hayatına kasteden?
Bu korku salan düzen neden?

Kurbanlık hepimiz için bir olasılık
Esas özgürlüğe, barışa giden yol silahsızlık

Ağıt mı lazım yitince her sonsuz beden?
Ne yapmalı? İnsanlık elden giden!

Bir hiciv de benden madem
Yerleşmeden herkesin içine, bitsin, bu matem!

19 Temmuz 2010

Dream & Development film serisi

Bugün bir arkadaşımla önce bir eğitim kurumundan sonra da Requiem for a Dream ve Trainspotting filmlerinden bahsederken spontane olarak aramızda şöyle bir diyalog gelişti:

X: Yerin adı Dream and Development.
A: Anlamadım, serinin adı mı bu olacak?
X: Hayır kursun adı bu.
A: Tamam o zaman. Ben de sandım ki bu filmlerin seri halinin adı bu olacak. Ne kadar uyumlu baksana:
Film 1. Dream (Requiem for a Dream)
Film 2. Development (Trainspotting)

Ergenlere uyuşturucu ile ilgili negatif sonuçları böyle bağımlı gençlerin başına gelenlerle, ilacı şekere bulamak diye tabir ettiğimiz şekilde, anlatıyorlar. Başarılı bulduğumu söylemeliyim.


Son demlerim

Hayatımda ilk defa staj yapıyorum. Yarısı su gibi geçti, iş verip ilgileniyorlardı bizimle. Şimdi bütün gün iş beklemekten, evet beklemekten yoruluyorum. İş yapıp yorulmakla yapmadan yorulmak arasındaki farkı öğrenmiş bulunmaktayım. Elbette çalışmak tercihimdir. Keşke kurumsal iletişimle ilgili okuduğum kitap dışında okulda buna benzer bir ders açılsaydı da alsaydım. Daha çok halkla ilişkilercilerin yapacağı bir alan. Benim burda ne işim var demedim de değil hani. Yine de Sabancı Baharı projesi için beyin fırtınası yapmaktayız. Çok şahane, eğlenceli fikirlerimiz var. Diyoruz ki keşke bunları uygulasalar da biz de eğlensek! Mesela Hindistan'daki Holi bahar festivalini ithal etmek istiyoruz. Doğal toz boyaları etrafa saçmak, dağıtmak, beyaz T-shirtleri rengarenk boyamak ve bunu hayat boyu hatırlamak... Ne harika olurdu!

9 Haziran 2010

III. Fulya

Bu koridor da amma kalabalıkmış bu saatte. İpek'i kaybedeceğim nerdeyse. Nerdeydi şu Ekonomi sınıfı?

“İpekk!”

“Efendim?”

“Sevgi'yi Erhan'ın yanında bırakmakla doğru mu yaptık sence?”

“Boşver Fulya ya. Oğuz yarın dönüyor zaten. Allah bilir Erhan'a Oğuz'u anlatmaya başlamıştır bile.”

“Yok canım daha neler! Tanıştırmadık bile.”

“Sevgi için tanışmaya ne gerek var? Aklı fikri Oğuz zaten.”

II. Sevgi

Bugün son gün. Yarın geliyor. İnanamıyorum, yarın geliyor sevgilim. Koskoca dört ay, dile kolay. İyi dayandık. Hava da bir güzel. Şu çayım bitse de Antropoloji'ye girsem. Sonra hemen yarın olsa. Havalimanına gitsem. Oğuz'a bir sarılsam, öpsem, koklasam... Çok az kaldı.

Hadi bakalım yine başlıyoruz. Karşımdaki çocuk sigara paketini çıkarıyor. İçmem ki ben. Sevmem.

“İçer misin?” diye soruyor.

“Hayır içmiyorum. Teşekkür ederim.” diyorum kibarca.

Sigarasını yaktıktan sonra, “Rahatsız etmiyorum ya?” diye soruyor bu sefer. “Ediyorsun.” diyemiyorum.

Yok canım önemli değil. Pasif içiciyim zaten.”

“Anladım.” Benimle iletişime geçmeye çalışan bir erkek daha. Doluyum kardeşim. Hepiniz de ben bir ilişki içindeyken mi beni çekici bulursunuz?

“Birazdan kalkacağım.” diyorum umutlarını kırmak için.

“Bir çay daha içseydik?” Oğuz burda olsaydı ne yapardı acaba?

“Dersim var, gitmem lazım.” diyorum çayımdan son yudumumu alırken.

“Peki. Şimdi gidiyor musun?” Amma uzatsın yahu.

“Evet, görüşürüz.”

“Bir saniye. İsmin neydi?”

“Gizem,” diye sallıyorum. Beni bulamasın. “Seninki?” Gölge olmuş oturduğum yer.

“E-Erhan.” diye kekeliyor çocukcağız. Keşke gerçek ismimi söyleseydim diye geçiriyorum içimden. Arkadaşlığa ihtiyacı var.

“Memnun oldum, Erhan. Hoşça kal.” Tokalaşıyorum.

“Ben de. Hoşça kal.” diyor parlayan gözlerle.

Kafeteryadan uzaklaşıyorum. Fulyalara söyleyeyim de Erhan Gizem diye birini sorarsa benden bahsettiğini anlasınlar, ona göre cevap versinler. Bir de adım yalancıya çıkmasın. Aslında kaybedecek bir şeyim yok, biliyorum da... gönlüm razı olmadı işte. Acıdım çocuğa.

I. Erhan

Ulaşamıyorum. Ona ulaşamıyorum. Hayatında boş yer yok, biliyorum. Bana yer yok. Bilmiyorum. Bilmek istiyorum. Onun için ne değerli, kim önemli? Şimdi nerede aklı? Oturmuş çayını içiyor, bana bakmıyor. Aynı masadayız, bana bakmıyor. Neden? Geldi kendi oturdu karşıma. Konuşsana! Ben olsam oturmazdım, otursam konuşurdum. Çayının da yarısına geldi. Çok az vaktim var. Sadece ortak arkadaşlarımız var diye benimle konuşmak zorunda mı? Ben istiyorum. Onu tanımak istiyorum. Bana baksın! Bak, bak bana! Bir şey söyle! Lütfen... Ben söylesem? Ne söylesem? Merhaba desem ama zaten dememiş miydik? Hayır bana dememişti. Masadan demin kalkan arkadaşlarına demişti. Şu güneş gözlüğünü bir çıkarsa da göz göze gelsek. Çayı azalıyor. Belki bir sigara yakar? Biraz daha oturur karşımda. İkram etsem içer mi? Şimdi etmeli, bir daha şansım olmayabilir. Hadi hareket et, hareket et! Elimi arka cebime atıyorum. Beni hala fark etmiyor. Paketi ve çakmağı çıkarıyorum. Başını eğdi, elime bakıyor! Gözlerini görmüyorum ama eminim pakete bakıyor. İsteyecek! Soruyorum:

“İçer misin?” Neden ikinci tekil şahıs? Ne bu samimiyet?

“Hayır içmiyorum. Teşekkür ederim.”

Teşekkür etti! Ben yine de bir dal alıp yakıyorum. Rahatsız olur mu? Sorsam mı? Yakmadan önce sormalıydım. Yine de,

“Rahatsız etmiyorum ya?”

“Yok canım önemli değil. Pasif içiciyim zaten.”

“Anladım.” Bana “canım” dedi!

“Birazdan kalkacağım.”

“Bir çay daha içseydik?” Biz olduk şimdi. Acaba biz olur mu gelecekte hiç?

“Dersim var, gitmem lazım.”

“Peki. Şimdi gidiyor musun?”

“Evet, görüşürüz.”

“Bir saniye. İsmin neydi?”

“Gizem, seninki?” Güneş gözlüğünü çıkardı, kestane gözleri var.

“E-Erhan.” Kekeledim. Bana elini uzattı ve,

“Memnun oldum, Erhan. Hoşça kal.” Tokalaştık. Eli ılıktı.

“Ben de. Hoşça kal.” Gitti.

Kendime inanamıyorum. Adı Gizem'miş. Kendi gibi. Gözlerime baktı, elimi tuttu, ismimi söyledi. Daha ne isterim?! Hayatında bana yer var demek ki. Bu kadar kolay mıymış? Tekrar karşılaşsak beni tanıyacak mı? Yarılanmış sigaramdan ilk nefesi çekiyorum içime. Zaman ilerlemş. Kimin umrunda? Gizem ne okuyor acaba?

1 Şubat 2010

Bilgisayar Aşkına!


Evde olduğum sürece başından ayrılmadığım bir nesne: dizüstü bilgisayarım. İsmi “dizüstü” ama her daim çalışma masamda, şarj olur halde duruyor. Sadece kapatınca fişini çekiyorum. Bu yüzden pili zayıfladı zavallının. Şarjdan çekince bir saat ya dayanıyor ya dayanmıyor. Sık sık da dışarı çıkarmıyorum, aslında kılıfı var. Hani evcil hayvanları sahipleri soğukta dışarı çıkarınca üşümesinler diye küçücük bir kazak veya bir benzerini giydirirler ya, işte onun gibi bilgisayarımı çepeçevre sarmalayan siyah bir kılıfı var. Fermuar kısmı ise bordo. Sanki bilgisayarım canlı bir varlık...

Günün ilk birkaç saatini evde geçireceğim günlerde sabah daha yataktan kalkar kalkmaz yaptığım şey, bilgisayarın ekranını açıp başlat düğmesine basmak. En önce bilgisayar geliyor. Sonra yatak toplama, elini yüzünü yıkama... Kahvaltımı da bilgisayarın başında yapıyorum sanki karşılıklı sohbet eder gibi. Evli çiftlerin sabah kahvaltısını başbaşa yapmaları gibi... Geçen gün bir mizah dergisinde bir dizi karikatür gördüm. İçinde söz balonu yoktu. Evine gelen bir adam bilgisayarına aşık oluyordu, birbirlerine chat yapar gibi çeşitli gülücükler, öpücükler ve kalpler yolluyorlar. Sonra adam yatağında mutlu mutlu yukarı bakıyordu. Bir sonraki karede gördüm ki yanındaki yastıkta monitör yatıyor! Bu işin şakası ama fena halde bağımlı olduğumu fark ediyorum. Ekran başında daha az vakit geçirmek istiyorum. Televizyon bile izleyemiyorum. Ki ben! Ben yani çocukluğunun büyük bir bölümünü televizyon karşısında aynı çizgi filmleri defalarca izleyen ben... Son birkaç yıldır tek tük dizilere bakıyorum, onlar da sıkıyor zaten. Ne o öyle haftada bir yayınlanıyor! Bilgisayarım her an elimin altında.

Belki de çok amaçlı bir makine olmasından kaynaklanıyor benim bağımlılığım. İnternet şart mesela. Evde elektrikler kesilince sanki dünyayla bağlantım kesilmiş gibi yalnız ve çaresiz hissediyorum. İnternet olmadan bilgisayar müzik çalan bir daktilo gibi geliyor bana. Başka bir işe yaramıyor. Oyun oynadığım zamanlar başka... Neyse ki oyun oynamaktan kurtuldum... İnanılmaz vakit öldürüyor. Bir günde sekiz saat insan kendini nasıl soyutlayabilir dünyadan – internetten?! Chat yapmadan, e-maillerine bakmadan, Facebook'u karıştırmadan, yazdığı bloğa yorum yapılmış mı kontrol etmeden, Suugle'da kendi ismi tıklanınca artan kredisini kontrol etmeden... Bunlar hayat memat meselesi haline geliyor. Gerçekten, bu kadar değer vermeli miyim bu makineye? Eh, ben yazar olmak istiyorum, o yüzden hayatım belki Microsoft Word başında geçecek. Ama ben eskiden günlük tutardım (kalemle!), şiir yazardım, sulu boya resim yapardım. Yok ama bilgisayar açıkken ders çalışabiliyorum Allah'tan. Kitap okuyorum, hatta derslerin slaytlarına internetten bakıyorum. Sınavdan önceki gece elektrik kesilirse mazeretim hazır yine! “Hocam internet kesildi!”

Kısır bir döngü halinde birçok okul ve iş yeri kendi bünyesindeki bireyleri bilgisayar ve özellikle de internet bağımlısı yapıyor diye düşünüyorum. Her an yeni bir gelişmeyi e-maille birbirine bildirmek, eğer bilgisayardan uzak kalmışsa bu gelişmeyi kaçırmamak, cevap yazmak gerekiyor. Herkes birbirinden bunu bekliyor. Yarım saat içinde cevap gelmezse moralimiz bozuluyor, strese giriyoruz.

İşin kötüsü, ailem üç kişiden oluşuyor. Oldukça çekirdek. Her birimizin kucağında bir dizüstü bilgisayar. Bu yüzden birbirimizle konuşamıyoruz. Annem de babam da doktor. İkisi de akademik makaleler okuyup yazıyorlar. Ben de hem yazar hem de akademisyen olmak istiyorum. Onlardan göre göre belki de yazı yazma fikrine çok alıştım. Aylar önce Bursalı bir arkadaşım bir haftasonu bize kalmaya geldi. Akşam yemeği sırasında eve geldik ve annem de babam da her zamanki yerlerinde, kucaklarında bilgisayar bir şeylere bakıyorlardı. Arkadaşım çok şaşırdı ve dedi ki, “Sizin aile ne kadar çalışkan!” Annem bu sözü daha sonra öğrenince o da çok şaşırdı ve dedi ki, “Aa? Başka türlü aileler olabiliyor mu?” Ben de o yaz Bursa'ya gittim ve onun ailesinin ev hayatına şahit oldum. Televizyon karşısında sohbet muhabbet, biraz didişme ile vakit geçiyordu. Demek ki çeşit çeşit aileler olabiliyormuş. Biz çok çalışkanmışız (!)

Sonuçta bu bilgisayar aşkımdan biraz vazgeçmek istiyorum. Yok, zaten arkadaşlarım var dışarı çıkıyorum ama bu kadar değerli olmamalı bir nesne. Vazgeçmeliyim!

15-20 dakika



Gidiyorum buradan. Yanımda hiçkimse olmadan. Tüm tanıdıklarımı bir masa etrafında bırakıp, gidiyorum. Eski püskü şapkamı masaya bırakıyorum. Pardesüm sırtımda, elimde tahtadan hafif bir bavul, arkamı dönüyorum. Ardımdan,

“Güle güle” diyorlar.

Gidiyorum yavaş adımlarla. Yürüyüşüm kararsız. Sanki merdivenlere gelince duraksayıp geri dönecekmişim gibi. Hayır. Bunu yapmıyorum. İniyorum basamaklardan. İnerken aklımda bir şey yok. Ardımdan,

“Gitme!” demelerini bekler gibiyim. Nafile. Demiyorlar.

Dış kapıya vardığımda omzumun üstünden şöyle bir geriye bakıyorum. Ne bir ses, ne bir nefes. Kapıyı açıyorum. Gıcırtılar içinde kapı yere sürtüyor. Gitmeden yağlamalıydı bunu… Soğuk rüzgâr saçlarımı dağıtıyor saniyesinde. Kapıdan dışarı attığım zoraki adımı yağmur taneleri takip ediyor. Şapır şapır damlıyorlar üstüme. Anladım ki kaşkol yetmeyecek. Şemsiyem de yok. Şapkayı da bıraktım geride. Yağmur da hızlandı hani. Mecbur ıslanacağız.

Yolum tren garının yolu. Bir topluluktur almış başını gidiyor. Amaçsız uzay cisimleri gibi, her yöne. Nasıl gidiyorlar? Hızlı, yavaş, koşarak, topallayarak, durup yere düşen gazeteyi ıslanmasın diye alarak, şemsiyeyi açmaya çalışarak, şemsiye ters dönerken, paltosuna sımsıkı sarınmış hâlde… Konuşarak, gülüşerek, yandaki telefon kulubesinin yalnızca kendileri için çalmasını hayal ederek… Üzgün, kırgın, cıvıl cıvıl, kıpkırmızı… Gözleri yerde, gökte, vitrinde, öndeki hanımın çantasında, yandaki beyin arka cebindeki cüzdanda… Ben nerede? Hepsinin arasında bir başına, ıslak, güçlü gözükmeye çalışan ama kimsenin bundan haberi olmayan bir hâldeyim. Yürüyorum. Tren garına doğru.

Gar kalabalık. Cebimde kalem kağıt var. Onları gördükçe yazasım geliyor. Biraz vaktim var. Yolcu geçirenlere bakıyorum bir peronda. Nasıl da üzgünler… Hemen üç metre ötelerinde banklara oturmuş bir aile var. Oflaya puflaya beklemekten sıkılmışlar. Gürültünün içinde bir çocuk ciyaklaması… Ne oluyor? Uzakta gördüğü treni işaret ediyor çocuk. Babası şaşkın, gelen trene bakıyor. Kafasını iki yana çeviriyor. Çocuğun enerjisi çekiliyor, omuzları düşüyor. Anne çocuğu kendine çekiyor ve sarılıyor. Benim karşımdaki peronda ise dumanı tüten trenin yanından yürüyen mutlu mesut iki arkadaş var. Nereye gidiyorlar?

“Anlatsana Mehmet, nasıldı senin komutanlar? Yazdıklarından sonra başka vukuat oldu mu?” Ne neşe ama!

Saat altıya geliyor. Benim tren gelmiş olmalı. Perona gidiyorum. Etraf sakin. Neden ki? Kimse benim gittiğim yöne gitmiyor mu? Merdivenleri çıkıyorum. Vagonlarda ilerliyorum. Boşlar. Devam ediyorum. Tek tük insanın bulunduğu bir vagon bulunca durup oturuyorum. Yalnızlığa dayanamıyorum!

Açık denizde


Açık denizde giden bir yolcu gemisiydim ben. Yolum belliydi, kamaralarım doluydu, kaptanım işini biliyordu. Hiçbir korkum yoktu, güvenim tamdı mürettebatıma. Ne fırtınalar atlatmıştık! Ne kabaran dalgalar ne esen rüzgarlar yelkenlerimi parçalamaya çalıştı. Yılmadım. Karanlıktan korkmadım. Darbe aldığımda hiç kimseye ihtiyacım olmadı. Kendi yağımla kavruluyordum demek en doğrusu. Ne de olsa çarklarım hala ilk günkü gibi işliyordu. Kendime yetiyordum. Tüm yolcuların eşyalarını ambarlarda saklıyordum. Yolcular benim için çok önemliydi. Ama benimle uğraşan, yön veren, temizleyen ve yürekten seven esas mürettebatımdı. Ta ki o sessiz gece gelene kadar.

Yolcuların hepsi kamaralarına çekilmişlerdi. Yükler iyi korunuyordu. Kaptan uyumuyor, içiyordu alabildiğine. Beni denizin dibine demirlemişti, bir yere gidemezdim tek başıma. Işıkları yakmamıştık, aydınlık değildi. Ama korkmazdım ben karanlıktan, hiç kimseden.

Ne yazık ki nöbetçiler işlerini boşladılar, uzaktan gelen o karaltıyı fark etmediler. Emindim ki bu bir korsan gemisiydi ve beni soyup soğana çevirecekti. Elimde değer verdiğim her ne varsa alacak, benim de aklım başıma geldiğinde çok geç olacaktı. Tüm duygularımı sömürecek, beni bir başıma yalnız bırakacaktı. İstemedim böyle olmasını, hiç istemedim. Halimden memnundum. Nasıl uyarabilirdim beni sevenleri? Nasıl? Ben kocaman cansız bir yolcu gemisiydim. Elimden ne gelirdi? Daha da yaklaşıyordu korsanlar. Kim bilir, her şeyi çalmak yetmeyecek, belki de buna karşı çıkanların hayatını bağışlamayacaklardı! Böylece ben de bir daha sefere çıkamayacaktım, “uğursuz gemi” damgasıyla… Önlemeliydi korsanları. Nasıl? Nasıl!

24 Ocak 2010

Piknikte


Ali'yle Ayşe o sabah da her pazar yaptıkları gibi evden çıktılar. İki buçuk yaşındaki bebekleri Gözde her zamanki gibi Ayşe'nin kucağındaydı. Hava güneşliydi. Ali'nin aklı karışıktı. Gümüş renkli küçük arabalarına bindiler. Ali sürücü koltuğuna oturdu. Kemerini bağladı. Ayşe'yse Gözde'yi arka koltujtaki oturağına oturttu ve bağladı. Sonra kendi yerine geçti. Araba hareket etti. O yaz gitmeyi adet edindikleri kır bahçesine doğru yol aldılar. Mutlu aile tablosu çiziyorlardı. Buna dışarıdan bakan herkes inanırdı.

Sarıyer'deki bol ağaçlıklı kıra vardıklarında birçok piknik masasının dolu olduğunu gördüler. Kenarda köşede kalmış bir masaya doğru yürüdüler. Ali'nin ellerinde yemek paketleri ve çay termosu vardı. Termos çok sıcaktı ve sapı yoktu. Eli yanıyordu. Ama iradesini kullanıp buna dayanabileceğini düşündü. Yine de Ayşe masa örtüsünü yaydıktan sonra, Ali termosu bırakır bırakmaz elini havada aşağı yukarı sallamaya başladı. Canı yanmıştı. Ayşe durumu fark edip Gözde'yi yere bıraktı ve hemen Ali'nin yanına geldi. Mavi gözleri şefkatle Ali'ninkilerle buluçtu ve Gözde'nin su dolu biberonundaki bütün suyu Ali'nin eline boşalttı.

“Geçti mi canım?” diye sordu sonra.

“Daha iyi oldu.” diye cevap verdi Ali.

O sırada Gözde çimenlerin üstünde oturmaktan vazgeçip yan masadaki gençlerin çaldığı gitarın ezgilerine kendini kaptırıp o yöne doğru yürümeye başladı. Bunu ilk Ali gördü ama paniklemedi. Ayşe'ye muzurca,

“Seninki buldu yine ablaları abileri.” dedi.
“Kaçırmaz zaten.” dedi Ayşe gülerek. Sonra sofraya plastik tabakları koymaya başladı. Ali de yemek paketlerini açmaya koyuldu. Ne kadar sakindiler. Gözde yandaki gençlerin ilgisini çekmeyi başarmıştı. Hatta güleryüzlü abilerden biri ona gitarla oynaması için izin bile vermşti. Telleri tıngırdatıyordu Gözde. Her titreşimde kendisi korkuyordu.

Ayşe çayından bir yudum aldıktan sonra Gözde'ye sahip çıkmak için yan masaya yöneldi. Gençlerle hoşbeş etti ve Gözde'yi kucağına alıp ailecek oturdukları masaya dönmek istedi. Ama Gözde buna mızıkçılık etti ve annesine bağırdı. Ayşe de gençlerin yanına ilişti. Masada tek başına kalan Ali, Ayşe'nin bu hareketini bilerek yaptığını düşündü. Gözde'nin dönmek istemeyeceğini biliyordu. Ayşe'nin artık kendisini eskisi gibi sevdiğinden kuşku duyuyordu. Bütün dünyası Gözde olmuştu. Varsa yoksa Gözde. Tabii ki de bebekleri Ali'nin de canıydı ama Ayşe'nin eski ilgisi gün geçtikçe azalıyordu. Şimdi de bu gençler çıkmıştı işte. Ali kıskanmayacaktı da kim kıskanacaktı?

Kırın çitlerinin dışında otlanan birkaç inek vardı. Ali onları görür görmez Ayşe ve Gözde'nin yanına koştu. Gözde'yi kucağına almak için eğildi ve dedi ki,

“Bak sana ne göstereceğim!” Dikkati dağılan Gözde babasının kucağına zıpladı ve birlikte çitlere doğru ilerlediler. Ayşe de merakla onları takip etti. Gözde kuyruklarını sallayan ve durmadan çiğner vaziyetteki inekleri görünce çok şaşırdı ve parmağıyla onları işaret etti. Ali anlatıyordu:

“İneklere bak Gözde! Ne yiyorlar biliyor musun?” Ayşe atıldı hemen varlığını belli etmek için:

“Saman yiyorlar!” Ali'yse,

“Annen yanlış biliyor kızım, ot yiyorlar.” Üçü birden gülüyorlardı. Sonra Gözde'nin çişi geldiği her zaman yaptığı gibi yüzünü ekşittiğini fark ettiler. Ayşe lazımlığı getirmek için hemen arabaya koştu. Ama çok geçti. Ali'nin üstü batmıştı.