31 Ekim 2009

Stand by mode on

Hayat akıp gidiyor, ben yanında duruyorum. "Çember"in dışında kafam. Sıkılıyorum. Evet bir sürü meşgalem var: dersler, okula gitme-gelme, arkadaşlarla takılma... Ama bir eksik var. Her zaman yanımda olacağını sandığım biri. Değil. Hissedemiyorum. Özledim. O dönünce ne değişecek onu da merak ediyorum. Hala yalnız olacağımı düşünüyorum.

29 Ekim 2009

Fırıldak - V. Bölüm

Tekrar balkonuma döndüm ama bir de baktım ki sokakta kaza olmuş, sürücüler birbirine bağırıyorlardı. Herkes etraflarına toplanmıştı. Abartılı bir korkuyla içeri girdim, ne olur ne olmazdı. Radyomu açtım, insanı rahatlatan bir türkü çalıyordu. Koltuğuma oturdum, arkama yaslandım ve düşünmeye başladım. Ben hiç kırsal alanda yaşamamıştım. Bu apartmanlar arasında doğup büyümüştüm. Ve bir süre sonra yine aynı çarpıklık içinde ölecektim. Ne güzel olurdu ağaçları olan bir bahçede oturup kahvaltı etmek mesela. Yazlığım da olmamıştı hiç. Belki gittiğim tatillerde birkaç günlüğüne tattım bu zevki. Keşke daha uzun sürseydi. Yaşlanınca Bodrum'a yerleşiyor birçoğu. Ben de, acaba, gitseydim şuradan?..

Soğukkanlılık nereye kadar giderdi canım? Yeni keşfettim ki acı paylaşınca hafifliyordu. Bu yüzden çevremi merkeze doğru, kendime doğru, çekmeye çalıştım. İş arkadaşlarım beni kırık dökük bir yüzle görünce, evde büründüğümü sandığım metanet maskesini daha fazla taşıyamayacağımı anladım. İtiraf ediyorum, hüngür hüngür ağladım. Bana tabii ki de insancıl yaklaştılar, dinlediler, kederime ortak oldular. Şimdi daha iyiydim...

Betül ve Canan'la yemekhaneye doğru giderken panoda okulun tiyatro kulübünün bir ilânını gördük ve yemekten sonra hemen tarif edilen odaya gittik; çünkü birazdan ilk toplantı başlayacaktı. Tanışma toplantısına katılma fikri aslında ilk olarak Canan'dan çıkmıştı çünkü tiyatro konusunda tecrübeliydi ve tüm yemek boyunca bize sahne anılarından bahsetmişti. Biz aktivite açları da hemen tav olduk zaten. Okulda yeni olmamız pasifçe dersten derse gireceğimiz anlamına gelmiyordu. Belki benim için kılıktan kılığa girip rol kesmek zor olacaktı çünkü pek yalan söylemezdim, ama yine de denemeye değerdi. Olmadı kostümlerle veya dekorla ilgilenirdim. Yeni arkadaşlar tanıyayım da ne olursa olsundu!..

Yeşil olsa nasıl olurdu acaba? Çevirsem çevirsem beyazı elde eder miydim? Masanın üstüne boyalı kâğıtları yan yana koydum ve gözlerimle yuvarlaklar çizmeye başladım. Kırmızı, mavi, sarı, kırmızı, mavi, sarı, kırmızı, mavi, sarı! Yok, olmuyordu böyle. Hem başım dönüyordu sanki. Eksik olan renk hangisiydi? Buldum! Ferhat'ın henüz bir fırıldağı yoktu, benimkini görünce kıskanacaklardı çünkü en büyük benimki olacaktı! Bulduğum en büyük kâğıtlarla yapıyordum çünkü...

25 Ekim 2009

Fırıldak - IV. Bölüm

Hattın ucunda, “Anne rüzgâr ters yönden esmeye başladı; Bülent'le ayrılmaya karar verdik.” diyen kızım için içim burkuldu. Neden diye soramadım. Kabullendim hemen. Dağılan bir aile, ayrı anne baba çocuğu kötü etkileyecekti. Ama zamane çocukları çabuk alışırdı. Yanılıyor muydum acaba?..

Kendimi araştırmalarıma verdim çoktandır. Oya'nın belki de en çok ilgiye ihtiyaç duyduğu dönemdi, peki ya benimle kim ilgilenecekti? Başkalarına muhtaç olmadan kendi kendime dimdik durmayı öğrenmeliydim. Hayat devam ediyordu nasıl olsa, yaşıyordum tek başıma...

Bugün okulun ilk günüydü ve kimseyi tanımıyordum. Aslında kimse kimseyi tanımıyordu. Hepimiz birer serseri mayıncasına bir o amfiye bir bu dersliğe koşturup duruyorduk. Her seferinde yanımda bir başkası oturuyordu. Buna hiç alışık değildim. Yine de umudum vardı: zamanla yeni dostluklar kuracağıma inandım...

Kâğıtları boya boya bitmedi bir türlü. Dört kâğıtla mı yapmalıydı fırıldağı yoksa daha fazla mı? Kırmızı yaptım birini, mavi diğerini, şimdi sarıyı boyuyordum. Sanırım dört renk yetecekti. Ayşe'nin fırıldağında hangi renkler vardı? Hem dört renk yeterdi benim gibi bir sabırsıza...

22 Ekim 2009

Fırıldak - III. Bölüm

Annem dedi ki, “Yaratıcılığını kullan, fırıldak istiyorsun madem kendin yap.” Galiba haklıydı. Boyalarım ve kâğıtlarım evde hazırda vardı. Sadece boyamam gerekiyordu. Belki bana bir ara pamuk helva alır da onun sopasına takarım fırıldağı. Fır fır da fır fır, fırıl fırıl fırıl!..

Evin içinde döndüm durdum bütün gün, biraz melankoli içinde. Ne ders yapasım vardı ne de ev işine yardım edesim. Yemeği tek başına yaptığı için annem kızdı. Ona da bağrındım durup dururken. Neymiş efendim tüm gün çalıştıktan sonra eve yorgun dönüyormuş. Benim görevim mi yemek yapmak?.. Onun görevi mi? Ne görevi Allah aşkına?!

Anlamıyorum ergenleri neden böyle kendilerinin baş tacı edilmiş zannediyorlar? Yardımlaşmayı ben mi öğretemedim yoksa çevre faktörü mü tetikledi bu tür davranışları? Aile bütünlüğünü sağlayamamak da etkilemiş olabilir. Keşke geleceği düşünebilip güvenmeseydim eşime bu kadar, pardon eski eşime...

“Eşitlik kavramını hâlâ var olan ilkel kabilelerde görebiliyoruz, fakat ne yazık ki tarım devrimiyle toplumda sınıflar oluşmaya başladı.” Emekli olalı kaç yıl oldu ama antropolojiye giriş dersi verirken kullandığım cümlemi hatırlıyorum. Nöroloğa gitmeme gerek kalmadı. Dışarıda oynayan çocuklar gelişmiş toplumun birer parçası ve elbette rekabet küçük yaşta giriyor hayatlarına. Telefon mu çalıyordu içeride ne?..

20 Ekim 2009

Fırıldak - II. Bölüm

Fırıldağı ilk eline alıp sokak boyunca koşturan Ali'ydi ve hepimiz ona bakakalmıştık. Galiba babası bir oyuncakçıdan almış ona. Ne kadar kıskandım anlatamam! Ertesi gün bir de baktık ki Elif Ali'ninkinden daha büyük bir fırıldakla çıkagelmez mi? Ama o buna fırıldak değil, rüzgârgülü diyordu. Ben ilk öğrendiğim kelimeyle tutturdum anneme: İlle de fırıldak isterim, ille de isterim! Bu sefer istediğimi almadı...

Çok ağladım; erkek arkadaşım bu gece beni almadı kapının önünden. Yüzümdeki bütün makyajı hırçınca sildim elimin tersiyle. Yeni bluzum hep siyah oldu rimellerden, hem de ıslandı gözyaşlarımdan. Kendi omzumda ağlamış gibi oldum. Neden gelmedi?!..

Çocuk büyütmek ne zor işmiş canım. Onunla uğraşmaktan kendime, işime vakit ayıramaz oldum. Vızıl vızıl ağlar istediği olmayınca. Sanki suçlu benmişim gibi bana da çatar. Elimden gelmiyor bazı şeyler, para kazanamıyordum yeterince. Bir başıma ev geçindirmek zormuş. Belki iki kişi olsaydık yine...

Kimi çocukların diğerleri üzerinde üstünlük kurması ezelden beri insanın doğasında olan bir şey. Yok yok yanılıyorum. Hay Allah, o kadar eğitime rağmen yaşlılık eski bilgilerimi unutturuyor. Bir nöroloğa gitmeli, unutkanlık başlıyor...

19 Ekim 2009

Fırıldak - I. Bölüm


Boyalarımı arıyordum. Bir fırıldak yapacaktım ki kâğıdı kesmeden önce rengârenk boyamalıydım, çünkü başka çocuklarda öyle görmüştüm. Döndürünce, ya da benden habersiz rüzgâr esince, pır pır dönen ve bütün renkler bir bulamaç olup ortaya belli belirsiz bir beyazın çıktığı kocaman bir fırıldak!..

Boyalarımı bulunca makyaj yapmaya başladım çünkü bir saat sonra erkek arkadaşım beni alacaktı ve birlikte gezip tozacaktık. Kim bilir beni nereye götürecekti bu gece? Gözlerimin altına yeşilleri sürerken yanaklarımın ne kadar soluk olduğunu fark ettim. Alları boca ettim. Yağlı boya ne zaman yapmıştım en son? Çocukken değildi herhalde. Ortaokulda aldırmıştı resim öğretmenleri...

Anne olunca anladım ki çocuklara vakit ayırmak gerekiyor; onlarla alışverişe çıkmak onları mutlu ediyor, özellikle de onların ihtiyaç duyduklarını alınca. Gezmeyi seviyorlar sokakta, oynamayı da başka çocuklarla...

Evde yapacak iş bulamayınca balkondan küçükleri izlemek nedense beni anılarıma götürüyor. Çocuklar hiç değişmiyor, pür neşe pür heyecan...

17 Ekim 2009

Beril - III. Bölüm

Beril ve Arzu sık sık buluştukları cafélerden birinde yine bir araya gelmiş, sohbet ediyorlardı. Dışarıda öğlen güneşinden arta kalan boğucu nem vardı. Ama onlar içeride aromalı sıcak kahve içilebilecek bir serinlikte oturuyorlardı. Arzu fincanından düşüncelice bir yudum aldıktan sonra Beril'in gözlerine baktı. Hesap sorar gibi olmak istemiyordu ama kendini tutamadı ve konuşmaya başladı.

“Sence Ömer'den duygularını esirgemeye hakkın var mı? Ne düşündüğünü bilmeli. Acı çekiyorsan, çekiyorum de. Kendini kısıtlama.”

“İyi de o gideli daha üç gün oldu. Hemen de hasret edebiyatına başlamak istemiyorum. Belki birkaç hafta sonra onu özlediğimi haber veririm. O da kalkıp dönermiş hemen!”

“Bir de dalga geçiyorsun halinizle. Güçlü görünmeye çalışmanı anlayabiliyorum ama bence birkaç hafta sonra sen de İstanbul'da kendi derdine düşeceksin. Ömer sana hiçbir şey yazmadı oraya dair?”

“Tabii ki yazdı. Dün yazabilmiş. Ancak yerleştirebilmiş bavullarını.”

“Benim tanıdığım Ömer'in Amerika'da ilk haftalar biraz burnu sürter. Çünkü ne temizlikten anlar, ne ev düzeninden, ne yemek vaktinden haberi olur!”

“Yok canım, abartma şimdi. İş başa düştü mü benim sevgilim herşeyin üstesinden gelir.”

“Toz kondurmuyoruz bakıyorum sevgilimize!”

“Desteğe ihtiyacı var şimdi. Yapamazsın edemezsin dersen kendine güvenini kaybeder. Onunla konuşurken yapıcı olmaya çalış lütfen.”

“Tamam canım, duyan da arkadaşımı sevmiyorum sanacak. Yahu esas sen yapıcı olsana! Kendinden uzaklaştırmaya mı çalışıyorsun yoksa çocuğu?”

“Deli misin? Saçmalama! Hayatta yapmayı isteyeceğim son şey herhalde Ömer'in benden soğuması.”

“E, evet çünkü siz benim tanıdığım en harikulade çiftlerden birisiniz. Kaç yıl oldu siz tanışalı?”

“Bir buçuk yıl kadar önce tanıştık ama çıkmamız ondan biraz daha kısa. Aslında benim için bir ilişkinin uzunluğu değil, derinliği önemli. Nice otuz kırk yıllık evlilikler var ama birbirlerini evin içinde kaybetmiş çiftler. İkisi de birbirini değiştirmeye çalışmamış, kabullenmiş ve uzaklaşmış. Sadece alışkanlıktan aynı evde yaşıyorlar. Kendilerini de kısıtlıyorlar, çevrelerini de.”

“Gerçekten dediğin gibi sığ ilişkiler var. Aslında bu insanlar nasıl olmuş da birbirini sevip evlenmişler diye düşünmeden edemiyorum.”

“Sevmemişler ki! Birileri bunları evlendirmiş. Seçme hakları da çok yokmuş.”

“Sanki çok yakından tanıyormuş gibi konuşuyorsun. Kim bunlar?”

“Ömer'in babaannesi ve dedesi. Ziyarete gittiğimizde ikisi de ayrı telden çalarlar. Babaannesi bize birşeyler ikram etmek için çırpınır. Hani eski kadınlar hamarattır ya. Çok güzel bir örneği. Dedesiyse kendi alemindedir. Çok konuşmaz. Ne bizle ne de eşiyle.”

“Kötüymüş öyle canım. Özgürce kimi seveceğime karar vermek kadar güzel bir şey yok! Korkuyorum dediğin gibi olmaktan.”

“Ben de korkuyorum canım. Birbirini sevenler de o hâle gelebilenler de var tabii. Ama boşver şimdi bunu. Senin okulun ne zaman açılıyor?”

“Seninkiyle aynı aslında. Sen gitmeden önce bir iki defa daha görüşebilir miyiz? Seni özleyeceğim çünkü.”

“Ben de seni özleyeceğim Arzu'cum!”

“Ömer'e de böyle söyleyebilseydin keşke...”

“Arzuuu!”

“Tamam canım karışmıyorum işine. Nasıl istiyorsan öyle yap. Sadece üzülmeni istemiyorum.”

“Teşekkür ederim.”

“Ama Ömer'in de üzülmesini istemiyorum. Unutma ki tanışmanıza nerdeyse aracı oldum denilebilir. Oluşumunda etkim olan bir beraberliğe zarar gelsin istemiyorum.”

“Sen merak etme, gayet sağlıklı olacak. Onun beni dert etmesini indirgemek için böyle yapıyorum. Kendimi de bastırmak için. Hiç sorun çıkmayacak. O bunu anlamayacak bile.”

“Neden sıradanlaştırıyorsun Ömer'i de kendini de?”

“Az yarayla önümüzdeki zamanı atlatmak için.”

“Umarım istediğin gibi olur.”

“Ama ona bu konuştuklarımız hakkında herhangi bir şey anlatmayacaksın, söz mü?”

“Tamam, anlatmam.”

“Söz ver.”

“Söz.”

Arzu'dan sır çıkmayacağına duyduğu güvenle Beril fincanının dibinde kalan son yudumu da içti ve gülümsedi. Ömer'in şu anda ne yaptığını ne kadar merak etse de bu fikri aklından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Çünkü şu anda arkadaşıyla hiçbir şeyi dert etmeden hoşça vakit geçirmek istiyordu. Daha sonra Arzu'nun okul planları hakkında konuştular. O iktisat okuyacaktı. Beril'se İstanbul'da işletme diye başlayacaktı. Aslında tam da aklına yatmış değildi, belki daha sonra başka bir bölüme geçiş yapabilirdi. Arzu'yla belki gelecekte birlikte iş kurabilirlerdi. Bunu da minik bir hayal olarak akıllarında tutmaya karar verdiler.

12 Ekim 2009

Beril - II. Bölüm

Saat sabahın dördüydü. Gün ışıdığında herkes bunun bir pazar günü olduğunu anlayacak ve saatlerce uyumaya, ballanmaya devam edecekti. Beril'inse gözüne doğru düzgün uyku girmemişti. Ömer şimdilerde İstanbul'dan uçağa biniyor olmalıydı. Ömer'le akşama doğru vedalaşmalarının üstüne evine gitmiş, kimseyle konuşmamış ve odasına kapanmıştı. Yatağına oturmuş ve başucundaki Ömer'in resmine bakakalmıştı. Demek gidiyordu? Gerçekten onu aylarca göremeyecekti? Yaşlar doldu gözlerine. “Yapma Beril!” dedi kendi kendine. “Bu hem daha ilk ayrılık. Üç kere, hatta kışları da sayarsan yedi kere daha aynısını yaşayacaksın. Alış en başından olsun bitsin.” Fakat bu mantıklı düşünce akışını takip edemedi ve kafasında katlanan sayılara kapılarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yastığına sildi gözyaşlarını, sanki Ömer'in omzuymuş gibi.

Biraz durulduktan sonra çalışma masasına doğru ilerledi, sandalyesine oturdu. Önüne günlük diye kullandığı ajandasını çekti. Her zaman düşüncelerini yazmazdı bu deftere, genellikle hangi gün ne yapılması gerekiyorsa onları kaydederdi, ve tabii önemli günleri; çoğunlukla doğum günlerini. Bu sefer Ömer'in İzmir'e aşağı yukarı dönüş tarihini yazmak geliyordu içinden. En azından kaç gün ayrı kalacaklarını hesaplayabilirdi. Sonra kendi dönüş tarihini bilmediğini fark etti. Aralık ayının ortasında Ömer gelecekse, o da Ocak ayının ortasında gelse harika olurdu. Keşke daha erken görüşebilselerdi... Belki Ömer İstanbul'a gelirdi kendisini ziyarete? O daha gider gitmez dönüşünün hayalini kurmaya başlamıştı bile. Ne zaman döneceğini birlikte hiç konuşmamış olmaları Beril'e önce tuhaf geldi. Yurda nasıl yerleşeceklerinden tutup, yeni arkadaşlar edinmek için hangi kulüplere gireceklerine, her akşam saat kaçta kamerayla görüşeceklerine kadar birçok ayrıntı üzerinde kafa yormuşlardı. Ömer Aralık ayında dönecek olmalıydı. Aksi nasıl olurdu? Keşke şimdi onu arayıp ne zaman geleceğini sorsaydı. Ya uçağa binmişse? Ama şimdi sormazsa yaklaşık bir gün beklemesi gerekecekti. Beril Ömer'i aramaktan vazgeçti. “Bir gün beklemeye dayanamayan aylarca nasıl dayanır?” diye kızdı kendine.

Ajandasına aklındakileri yazmaya başladı. Sayfa yetmeyecekti, bunu biliyordu.

“Sevgilim,
Gittin. Sana asla “Neden?” diye sormadım, sormayacağım. Kendin için en iyisini yapıyorsun. Beni düşünmeden edemiyorsun, biliyorum. O yüzden beni düşünme desem de fayda etmez. Sadece gönlünü ferah tut istiyorum. Ben senin yokluğunda, evet üzülüyorum ve üzüleceğim. Bile bile lades. Senden ayrılmayı düşünmedim değil birkaç hafta önce. Ama yapamadım. Dayanamazdım. Sen uzakta ol, ama var ol. Bağımız kopmasın istedim. İki hafta sonra ben de zaten İstanbul'a gideceğim. En azından seninle ortak bir konumda olacağım: tanımadığım bir grup insan ve bir ortamda öğrenim göreceğim. Aslında sana hiç itiraf etmediğim bir şey var. O da sen gidince, İzmir'de senin hatıranla yaşamaktansa tanımadığım bir yeri keşfetme arzumdu. O yüzden tercih listesine İzmir hariç tüm şehirlerden üniversite isimleri yazmıştım. Evet, senin hatırandan korktum! Kaçmak istedim! Yakama yapışacak ve beni yaşatmayacak diye. Beni affet. Sensiz yapamayacağımı biliyorum. Ama deneyeceğim. Buna zorunluyum.”

Sayfanın son satırına bu mecburiyeti de sıkıştırdıktan sonra kendini biraz rahatlamış hissetti ve yatağına uzandı. Bundan sonra uzun süre yastığına sarılarak uyuyacağını düşünerek yastığı kendine doğru çekti. Bir süre gözleri açık öylece kaldı. Bu geceden sonra eğer tekrar ağlarsa bunu kimseye belli etmemek istiyordu. Hatta Ömer'e bile. Güçlü olduğunu kanıtlamak istiyordu. Acıya dayanabilirdi. Sevgiliden uzak kalmaya... Sonunda kavuşmak vardı nasılsa. Birbirlerini bırakmayacaklarından emindiler. Daha kötüsü olabilir miydi? Hayatlarında aşkları olduğu sürece gerçektiler. Dersler hasretin acısından bir kaçış olacaktı. Birbirleri yerine kitaplara sarılacaklardı. Beril bunu çok güzel yapabilirdi. Kendisini sıkıntıdan kurtaracak hiç bitmeyen uğraşları olacaktı: dersleri. Dayanma gücünü akademik başarısından alacaktı. Bu kendisine çok yararlı olabilirdi gelecekte... Beril yüksek not ortalamaları hayaliyle uykuya daldı.

Birkaç saat geçti geçmedi gözlerini açtı. Geceliğini giymeden uyuyakaldığını fark etti. Hemen onu geçirdi üstüne. Saat henüz ikiyi geçiyordu. O an uykuya ihtiyacı olmadığını düşündü ve en son okumakta olduğu kitabı eline aldı. Onu okur gibi yaptı. Ama kelimeler aklında herhangi bir anlama karşılık gelmemeye başlayınca kendini kandırdığını fark etti. Bilgisayarını açtı ve Ömer'e birkaç satır yazmaya karar verdi. Daha çok onu daha şimdiden ne kadar özlediğini yazmak geliyordu içinden, ama dayanıklılığını kendi kendine sınamak için özlemden hiç bahsetmemeye karar verdi. Uzun uzun yolculuğu hakkında sorular sordu, ne kadar yerleşebildiğini merak etti, okulun kampüsünde hangi tesislerin mevcut olduğunu detaylıca bilmek istedi. Bunları yazdıktan sonra Ömer'e şimdi göndermemeye karar verdi. Gecenin bu vakti ayakta olduğunu bilmesini istemedi. Çünkü o zaman ne kadar zayıf olduğu ortaya çıkacaktı. Maalesef bu noktada Beril kendi içtenliğini saklamaya karar verdi. Zaten hiçbir zaman çok duygusal bir yapıya sahip olmamıştı ama şimdi var olanı da kısıtlamayı seçiyordu.

Akşam yemeği yemediği için midesi kazınmaya başlamıştı. Odasının kapısını usulca açtı ve mutfağa süzüldü. Erkek kardeşinin odasının ışığını koridorda görünce şaşırmadı çünkü yazları gece yarılarına kadar bilgisayar oyunu oynardı. Bu gece biraz dozunu kaçırmış olmalıydı. Kendine birkaç meyve yıkamaya başladı. Kardeşinin duymadığını varsayarak tekrar odasına gitti. Fakat Emre hemen Beril'in arkasından odasına girdi. Niyeti onu korkutmak değildi ama fısıldayarak “Abla!” deyince Beril neredeyse elindeki tabağı düşürüyordu. Birlikte meyveleri soyup yemeye başladılar. Emre sordu: “Ömer Abi bu gece gitti, değil mi?” Saat sabahın dördüydü.

6 Ekim 2009

Ekim

Belki şiir de yazarım demiştim. Sanırım ilk kez hece ölçüsüyle yazıyorum. 9'lu hece ölçüsü, aaxa uyak şeması ve tunç uyak ile:

Hüzünle başladı bu Ekim
Gözyaşlı çaresiz ben tekim
Hastalık, yaşlılık, intihar
Yok mu derde derman bir hekim

3 Ekim 2009

Beril - I. Bölüm


Akşamüstü yeni yeni yerleşiyordu İzmir'e. Beril yan yatmış, boylu boyunca uzanıyordu. Yüzü duvara dönüktü. Ömer odaya girince sessiz sessiz yatağa doğru yürüdü ve yavaşça yatağa oturdu. Beril'in uyuyakalıp kalmadığından emin olmak ister gibi bir hali vardı. Eli onun omzuna dokunsun mu dokunmasın mı tereddütündeyken, pikenin altından çıkan bir çift beyaz ayak gördü. Bunun üstüne Beril'i kendine çekerek gövdesine sıkıca sarıldı ve boynuna kocaman bir öpücük kondurdu. Beril'se pike ve Ömer'in arasında sıkışıp kaldığından huzursuzca debeleniyordu. Hiç beklemediği bir anda böyle bir aşırı sevgi gösterisi ile karşılaşmanın şaşkınlığından sonra o da ellerini pikenin altından çıkarmış ve Ömer'i sımsıkı tutmuştu. Şimdi birbirlerine kenetlenmiş bir şekilde sakince uzanıyorlardı. Ömer'in burnu hala Beril'in sık dalgalı saçlarında, kulağına onu ne kadar sevdiğini fısıldıyordu. Beril'se bomboş duvara bakıyordu ama an'ın sarhoşluğundan neye baktığının farkında olmadan, Ömer'in her sözünü zevkle dinliyordu.

“Bana ne istersen yap, senden asla vazgeçmeyeceğim birtanem... Paha biçilmezsin! Hiçbir şeye değişmem seni...”

Beril bu sözleri kafasında farkında olmadan irdeliyordu. “Paha” ve “değişmek” kelimeleri ona başka şeyler çağrıştırıyordu. Aklına bir kuyumcunun vitrinindeki parlak mücevherler geliyordu önce. Sonra da kasanın arkasında duran adama uzatılan bir deste para. Alışveriş yaparken annesi geliyordu. Yüksek değerde taşı olan bir yüzüğe annesinin verdiği onca para, emek, çalışma... Beril'in değeri neydi acaba? Ömer ona “Paha biçilmezsin!” derken ne kadar da öznel bir tutum içindeydi. Herkes böyle miydi? Beril kendi arkadaşları arasında nasıl bir konumdaydı ve onu kaybetmekten en çok korkan kimdi? “Ömer olmalı...” diye düşündü hiç tereddütsüz. Çünkü Ömer onun biricik sevgilisiydi. Birbirlerini elde etmek için aslında öyle çok fazla bir çaba harcamamışlardı, olaylar kendiliğinden gelişivermişti. Tanıştıkları günü düşününce Ömer'i hep elinde basket topuyla hatırlıyordu. Oyundan Beril ve arkadaşlarıyla tanışmaya geldiğinde bile elinden bir an olsun topu bırakmamıştı. Kâh sektiriyordu, kâh havada kendi kendine atıp tutuyordu. Ömer'in elleri ne kadar büyüktü! Bir an Beril kendini o topun yerine koymuştu oracıkta... Ömer'in elleri onu tamamen sarar gibi gelmişti. Bu ani dalgınlığı Ömer fark etmiş olacak ki topu sıkı sıkı göğsüne bastırmış ve oyuna geri dönmesi gerektiğini düşünmüştü. O giderken Beril'in yüzünün rengi atmıştı çünkü böyle aniden gitmesine bir anlam verememişti. Baş başa gezmeye başladıktan sonra bu tanışma gününü sık sık hatırlamışlar ve akıllarınca türlü senaryolarla birbirlerine sunmuş, “Şöyle olsaydı böyle yapar mıydın? Yoksa ben o gün gelmeseydim yine de tanışır mıydık?” gibisinden sorular sormuşlardı. Bir yıldan fazla olmuştu birlikteliklerinde.

Beril bunları düşünürken Ömer fısıldamaya ara vermiş, gözlerini kapamış, kollarını gevşetmiş ve Beril'in saçlarının kokusuyla nerdeyse uykuya dalmak üzereydi. Beril o sırada arkasına döndü ve endişeyle kabullenmişliğin karışımı bir bakışla Ömer'in dalgın yeşil gözlerinin içine baktı.

“Ömer,” diye başladı.

“Söyle aşkım!”

Beril çocukça gülerek, “Gitmeee!” dedi. Ömer bunun üstüne kendini tutamadı ve bir kahkaha attı. Sonra tıpkı bir çocukla konuşur gibi ekledi,

“Birtanem bak şimdi, ben birkaç gün sonra gideceğim ama sana söz yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz ve sen benim yokluğumu hiç anlamayacaksın. Hemen dönüvereceğim.”

“Ya dönmezsen?” Beril yine çocukça bir dudak bükmeyle sordu.

“Bana güvenmiyor musun?”

“Kendime güvendiğim kadar...”

“Beril'im hemen de büyüyüverdi. Afferin sana!” Beril'in çatılmış kaşlarını görünce Ömer alttan almaya karar verdi ve dedi ki,

“Sana asla ihanet etmeyeceğimi biliyorsun, değil mi? Bunu yaparsam kendimden vaz geçmiş olurum. Çünkü sensiz yaşayamam.”

“Çünkü ben senim sen de ben... Biliyorum Ömer, bunları yüz binlerce kez konuştuk zaten. Aklıma üniversite başvuru formlarını doldurduğun günler geliyor. İnanılmaz heyecanlıydın. Bana da az daha bulaştırıyordun.”

“Ama sen ÖSS'den vazgeçmemeye kararlıydın. Belki senin de İstanbul'a gidecek olman benimle nerdeyse eşit koşullarda üniversiteyi tecrübe etmen demek olacak. Ne dersin?”

“Tabii ki ev ve aileden uzak kalmak ikimiz için de etkili ama ben en azından kendi ülkemdeyim canım, naber?”

“Hava mı atıyorsun şimdi bir de bana? Ben de alıştığımdan başka bir ülkede yaşamak ne demek onu öğreneceğim!”

“Tamam canım, şaka yapıyorum. Hemen de üste çıkmaya çabalamıyor musun? Ömürsün doğrusu. Ben çoktan kabul etmişim senin gidişini. Hayallerine ortak olmuşum. Kendiminkileri de katmışım. Benim için herhangi bir sorun yok. Seni bekleyeceğimi biliyorsun.”

Ömer bu sözün üstüne Beril'e sımsıkı sarıldı, onu doyasıya öptü tekrar. Hareketsiz kalınca ikisi de uykuya daldı. Akşamüstü yeni yeni yerleşiyordu İzmir'e...

2 Ekim 2009

Haftada ekstra boş bir gün

Okula cuma günleri gitmemek ne kadar harika bir şey! Geri kalan 14 hafta boyunca kendime vakit ayırabileceğim. Zaten lisede hep haftasonu tatilinin aslında üç gün olmasını hayal ederdim. Yarı zamanlı öğrenci gibi hissediyorum kendimi... Aslında sosyal bir böcek değilim ama bu cumalarımın öğleden sonralarını arkadaşlarımla doldurabilirim diye düşünüyorum. Sabahları belki biraz okumam gereken seçkileri okurum. Çok rahatladım durduk yere bir anda! Herşey çok güzel olacak.

1 Ekim 2009

Tekdüze

Hiçbir şeyin olmadığı düz bir yolda insan ne kadar uzun süre yürüyebilir diye düşünüyordu yorulmak bilmez ayakları aklını sürüklerken. Kim bilir nereye gidiyorlardı bu sefer ama bunun bir önemi yoktu. Sadece ilerlemek için yaşıyordu. Hayatında başka bir amacı yoktu. Yol nereye akıyorsa akıyordu sonuçta. Kaderci olduğunu bir an bile aklından geçirmedi. Bunu irdelemeye alışmamıştı. Hiçbir şeyi irdelemeye çalışmamıştı. Yolun alabildiğine uzadığının farkında değildi. Belki de hiç bitmeyecekti. Ayakları hiç yorulmayacaktı. Herşey sanki bir olağanlık içindeydi. Onu şaşırtabilecek bir şey düşünemiyordu. Dümdüz gidiyordu yolunda. Etrafında hiçbir şeyin olmadığı yanılsaması da işte tam da bu sebeptendi. Etrafında o kadar çok seçenek vardı ki! O kadar çok yol, renk, başka insanlar ve nice diyarlar. Yürüdüğü anın mevcut olan tek zaman dilimi olduğuna kendini öylesine inandırmıştı ki çevresinde olup biten ve değişen mekanların bilincinde değildi. Dünya onun çevresinde dönüyordu. Sadece kendi yolu ve zamanı vardı. Diğer başka hiç kimse umrunda değildi. Bu gidişle asla olmayacaktı da. Sıradanlık ve konsantrasyon onu esir almıştı. Kısır döngü sürüp gidecekti. O ta ki bunun farkına varana dek!..

Geçmişsizlik ve Geleceksizlik


Geçmişsizlik ve geleceksizliğin buluşturduğu yüzlerce sıradan insan gibi o gün tesadüfen yanyana oturmuşlardı. Birbirlerinin yüzlerine önce bakmadılar bile. Yanıbaşlarında sadece bir varlık vardı. O anda ikisi de bir diğerinin yaptığı gibi kendi düşüncelerine mi dalmıştı? Şüphesiz. Ama ötekinin bundan haberi yoktu. Sonra farklı zamanlamalarla kendi düşüncelerinden sıyrılıp etraflarına bakmaya başladılar; belki tanıdık bir sima görürler diye. Gözlerini kıstılar, kalabalığa göz gezdirdiler. Ama birbirlerinin gözlerine hiç bakmadılar.

Birazdan sessizlik olacaktı. Kalabalıktan çıt çıkmayacaktı. Herkes kulak kabartıp duyduklarını kağıda dökmeye başlayacaktı. Umurlarında başka hiçbir şey olmayacaktı. Her ikisinin de dünyasında konusu önemli olmayan ve sadece yankılanan pes bir ses ve kalemin kağıdı uzun uzun öpüşünden kaynaklanan bir kayış. Geri kalan herşeyden kopuş.

Tuna o sabah yataktan bir türlü kalkamamıştı. Sinsi uykuya haddini bildirip hazırlanamamıştı. Nihayet üşüyüp kendine geldiğinde yarım saat fazladan uyukladığını fark ederek telaş içinde soyunmaya başladı. Evden apar topar çıkıp arabasına bindiğinde içindeki ses ona sakin olmasını öğütlüyordu. Yolda trafiğe takılacağının bilincindeydi ama elden ne gelir? Uykunun alacağı olsundu. Tuna okula geç kalmıştı.

Tuna'nın hayatının belirli bir akışı vardı. Bir okulu, bir ailesi, birkaç yakın arkadaşı ve gitarı. Hayır bunlar oyalanmak için değildi, hayatının belli başlı öğeleriydi bunlar. Değer verdikleriyle hayatını tartıyordu. Kendi benliğiyle değil ama sahip olduklarıyla varlığının anlam kazandığına inanıyordu. Bir de arabası vardı, ailesinin ona başardıklarının karşılığı olarak aldığı hediyeydi. Nitekim bu sabah arabası Tuna'ya yine büyük rahatlık sağlamıştı. Bu ilk geç kalışı değildi.

Büyük amfiye usulcacık girdi, en kenarda kalmış boş koltuklardan birine oturdu ve saate baktı. İlk dersin bitimine ramak kalmıştı. Ders anlatan profesörün sesi ve önlerindeki kağıtlara gömülmüş yüzlerce öğrenci kalabalığından başka hiçbir şeyin önemi olmayan amfide Tuna kendini yapayalnız hissetti. Ama Tuna bunca kalabalıklar içinde kendini küçücük hissetmeye pek alışık değildi. Daha önce yalnızlığının bu denli farkına varmamıştı.

Sanki ona daha fazla ızdırap vermemek istercesine profesör on dakikalık ara verdiğini amfiye ilan etti ve kürsüsünün arkasına geçti. Tuna derin bir nefes aldıktan sonra bir anda uğultu içinde kalan amfinin en arka sırasında ayağa kalktı ve tanıdık bir yüz aramaya başladı. Aslında nerdeyse herkes aynı şeyi yapıyordu. Birkaç sıra aşağıda ayakta yanyana duran Cenk ve İdil'i görünce önce şaşırdı sonra onların kendisini görmediğini fark edip koşar adım yanlarına indi.

Tuna'yı önce Cenk gördü ve gülümsedi. İdil'se onun arkasında duruyordu ve başka bir yöne bakarak elleriyle birilerine birkaç işaret yapıyordu. Tuna yüzündeki yorgun ifadeyle iyice yakınına gelince Cenk yüksek sesle bir kahkaha attı. İdil hemen yanından gelen bu kahkahanın sebebini anlayamamıştı ama oldukça irkilmişti. Hemen arkasına döndü ve Tuna'yı gördü. İdil onun yanındaki çocuğu tanımıyordu, daha önce hiç görmemişti ama belli ki Tuna'yla arkadaştılar. Cenk'le kısaca birbirlerine hal hatır sorduktan sonra sıra İdil'e gelmişti.

“Tuna sen yine ilk dersi kaçırmışa benziyorsun! Gözlerinin altına bak, mosmor. Geç yatmış yine belli ki... İstersen benim notlarımı sonra veririm, fotokopi çektirirsin.”

“Muhtacım notlarına, biliyorsun. İnanılmaz işe yarıyorlar Cenk, bilemezsin!”

Sonra İdil birden tüm içtenliğiyle tüm ders boyunca kendisini nasıl kaybettiğini anlattı.

“Sen faydalanıyorsun ama ben onları yazacağım diye bütün ders canım çıkıyor. Mesela demin bir bakış açısından diğerine atladı sonra diğerine derken herşey birbirine girdi. Başımı da kaldıramıyorum çünkü birinden baksam ne yazdığına, adamın bir sonraki cümlesini kaçıracağım. O yüzden stres oldum, fenalık bastı. Nerdeyse isyan edip not almayı bırakacaktım. Ama yanımdaki kalem sesleri beni gaza getirdi diyebilirim!”

Cenk duyduklarından şaşırmışa benziyordu çünkü daha demin yanında oturup delicesine notlar alan kız bir anda düşüncelerini cıvıl cıvıl etrafa saçmaya başlamıştı. Öyle umarsızdı.

Bu sırada Tuna uzanıp defterlerini İdil'in yanındaki boş koltuğa koydu. Cenk'in ve İdil'in yüzüne tekrar baktığında tuhaf bir çekimserlik sezdi ve sordu,

“Siz birbirinizi tanıyorsunuz, değil mi? Yoksa neden yanyana oturasınız ki koca amfide?”

Cenk'le İdil bu soru üstüne birbirlerinin yüzlerine tanımak için, tanışmış olmak için baktılar. Cenk fişek gibi elini uzattı ortaya,

“Ben Cenk!”

“Ben de İdil. Memnun oldum Cenk.” dedi İdil gülümseyerek.

“Ben de çok memnun oldum!” Nedense heyecan patlaması yaşıyordu Cenk. Tuna bunun farkında olacaktı ki Cenk'in hala tokalaşmakta olan elini çekmesi için omzuna dokundu.

Merhaba!

Sesimin yankısı bana geri dönerse ne mutlu bana...
Yazdıklarımı paylaşma isteğimin çok basit bir sebebi var: fikir almak. Verenlere şimdiden çok teşekkürler, vermeyenler de umarım beğeneceksiniz. Daha çok hikayeler olacak. Belki diyalog ve şiir de katabilirim. Önümüzdeki zaman gösterecek.