1 Eylül 2012

Nadiren


Eve geldim saat sabah dörttü
Topuk tıkırtımla tüm kanal boyunu inletmiştim
Bir an durmuş dinlemiştim geceyi
Ses kesilince sanki dünya durmuştu
Kapkaranlık sulara bakmıştım
Gece sokak lambaları pırıl pırıl parlıyordu
Suya yansıyordu ışıklar sıra sıra
Aklıma yakamoz geldi,
Aklıma sen geldin
Bir bütün dolunay vardı bulutların arasında.

3 Ocak 2011

Ne garip...

Hayatta okuyacak-yazacak, görülecek-eğlenilecek, konuşacak-dinlenecek, kısacası tecrübe edilecek ne kadar çok şey var. Hepsini toplayınca elde var birikim, birikim, birikim; eşittir yaşam tecrübesi. Sermaye gibi bütün bu yaşanmışlıklar, anılara karışan yüzler, sözler, durumlar. Ben hayatımın yettiği kadarını geçmişte yazılıp çizilen, daha doğrusu kaydedilen bilgilere ayırsam da yine tatmin olmuş olmayacağım gibi geliyor. O kadar çok ki bilgi birikimi! Küçük küçük bilgiciklerle de yetinmek istemiyorum işin doğrusu. Bütün o büyük düşünürlerin, antik zaman mitolojilerinin, dini kitapların, sosyal alanda yeni ufuklar açmış figürlerin ve nihayetinde günümüzdeki etkisini sürdüren akımların belli başlı örneklerinin hepsine göz gezdirmek, bunların hepsini tanımak, ve böylece kendimi geliştirmek istiyorum. Kendimi yetersiz buluyorum.

Elimden ne gelir ki düşünüyorum büyük ümitlerimi düşündükçe. Ne mezun olacağım dal, ne yapacağım meslek bana ailemin şu ana kadar bana sağladığı rahatlığı sağlamayacak. Eğitim-öğretim delisi olup çıktım. Üniversitede öğrenciliğe->öğretim üyeliğine->....->profesörlüğe geldiğimde dahi kendimi gerçekleştirmiş olamayabilirim. Nihayetinde bir hocamızın da derslerde kullandığı burjuva tanımındaki Don Kişot örneğine paralel bir yönde ilerlediğimi düşünüyorum. Ama bundan korkmuyorum. "Don Kişot aklını kitaplarla kaybetmiş bir adamdır" diye anlatır hocamız. Don Kişot'u bile tam olarak okumadığımı sanırım burada itiraf etmeliyim. Ne yazık ki klasikleri ergenliğimde bana tavsiye edildiği gibi okumadım. Vaktim mi yoktu yoksa popüler kültürün dayattığı eserlerle boğuşmaktan mı buna fırsat bulamadım, bilemiyorum. Esasında lisemde oldukça damardan Shakespeare okumuşluğum var ama geç dönem Eski İngilizcesi örneği tek bir yazarı okumak kime yeter, neye yeter Allah aşkına?

Bugünlerde bir Orhan Pamuk merakıdır sardı beni, ne yalan söyleyeyim. Adamın dokuz romanı, bir film senaryosu ve makalelerini topladığı üç kitabı var. Nobel ödülünün bahsini açmıyorum bile. Filmi izledim. Romanlarından beşini okudum, iki tanesi daha yılbaşı hediyesi olarak geldi. Önümüzdeki yıl boyunca umarım kalan dört romanı bitireceğim. Makalelerine henüz sıra gelememekte. En azından bir yazarın bütün eserlerini okumuş olmakla kendimi avutabileyim. Bu şekilde düşünüyorum. Ayrıca Pamuk'un romanlarında ne kadar geniş bir bilgi birikimine sahip olduğuna her şaşırışımda kendimden de benzer bir çaba bekliyorum ama yine de kendimi geç kalmış olma muzdaripliğinden kurtaramıyorum. Çünkü ilk romanına benim yaşımda başlamış! Dört yıl sürmüş yazması belki ama yine de anlayabiliyorum ki kendinden bir beklentisi varmış tam benim yaşımda. Bu yüzden kendi kendime yeni ve daha önce yapılmadığını düşündüğüm bir projeye başladım. Toplamda 1300 kelime yazmış bulunmaktayım. Evet, Pamuk'unki gibi postmodern bir yapısı olduğuna kendimi ikna ettim. Sonunda Don Kişot gibi aklımı kaybedebileceğimi de biliyorum çünkü yazıma şizofrenik bir başlangıç yaptım. Sonu hayrola!

21 Eylül 2010

Pasif Yalancı - IX

“O zaman,” dedim, “söyle bana sence şimdi ne düşünüyor bu ikisi?” Timuçin hiç düşünmeden,

“ 'Acaba nasıl görünüyorum?' diyorlardır. Bilirsin, çantaları, kıyafetleri, her şeyleri takım olmalı. Bazen makyaj da yaparlar, sırf güzel gözükmek için erkeklere.” Yanılıyordu! Ayça’yı bir kez bile kalem çekerken görmemiştim. Sınıftaki diğer kızlar abartılı abartılı rimeller, yanaklarına allıklar sürerlerdi. Bir de dudaklarını ıslak gösteren rujlar var, onları boca ederlerdi. Okula mı geliyorsun, partiye mi gidiyorsun belli değil. Her kız böyle takıntılı mıdır dış görünüşü konusunda? Timuçin’e dedim ki,

“Yok canım, öyle düşünseler bak kıyafetlerini çekiştirirlerdi. Öyle bir halleri yok. Bence bahar havasını ve okulda olmamanın verdiği rahatlığın tadını çıkarıyorlar.” Belki ben de yanılıyordum. Demin ne konuştuklarını duymamıştım. Sadece deminden beri sessiz kalan Ali öğrenebilirdi deminki dedikodunun iç yüzünü çünkü Sinem’le aralarından su sızmazdı. Demek ki Ali bu oyunda önemli bir taştı.

“Ali,” dedim, “sorsana kızlara demin ne düşünüyorlarmış?” Ali şaşırdı. Niye kendin sormuyorsun demesini bekliyordum, demedi. Adımlarını hızlandırıp onlara yetişti ve Sinem’e sordu. Nasıl sordu bilmiyorum. Ayça arkasına döndü, bana baktı. Hayret bir şey doğrusu! Timuçin yanımda gülümsedi. Yanımızdan geçen arabaların önüne atmak istedim onu. Ayça’nın yanına koşmalı, “Bak Ayça!” demeli, “Bu Timuçin sana göz koydu! Sen benimle gel.” Kös kös yürüyordum kaldırımda.

“Güven, kendine güven artık, pasif olma!” diyordu içimdeki ses. Hiç düşünmeden, bir anda önümüzdekilere koşturdum, Ayça'nın omzundan tuttum ve,

“Özür dilerim Ayça. Şey... Bu kadar dolambaca gerek yoktu. Benimle birlikte olur musun?” diye soruverdim paldır küldür. Ayça donakaldı. Gözlerinden yaşlar süzüldü gülerken.

“Hiç sormayacaksın sanmıştım!” dedi ve kollarını boynuma sardı. Ne Sinem, ne Ali, ne de Timuçin şahit olduklarından hiçbir şey anlamadılar. Bense olanlara inanamıyordum.

12 Ağustos 2010

Pasif Yalancı - VIII

Ali gerginliğimi anlamış olacak ki konuyu değiştirdi bir anda: “Ee, buradan böyle Dolmabahçe’nin yanından yürüyeceğiz, değil mi?” “Tabii sen dün bahçede Sinem’leydin, dinlemedin planımızı.” diyecek oldum, Timuçin tarife başladı, “Dün Gökhan’ın çizdiği şemada gösterdiği gibi, buradan dümdüz yürüyeceğiz. Stadı geçeceğiz, Tophane'den sonra Mimar Sinan Üniversitesi var. İşte ondan sonra da liman işletmelerinin orda İstanbul Modern.” Anlattıklarımı harfi harfine söylemişti. “Ne güzel tarif etmişsin Gökhan, Timuçin ezberlemiş.” dedi Ali. “Ama keşke bana daha önce tarif etseydiniz de Karaköy vapuruna binseydik. Yürümezdik bu kadar.” Timuçin'in aklı karışmış, bana bakarak, “Şema aklımda olmasa böyle anlatamazdım.” Utanarak, “Sizin de işiniz iş ha. Sıkılmıyor musunuz her gün dışarıda gezmekten?” diye sordum ikisine konuyu değiştirmek için. Ali, “Niye sıkılayım ki?” Sinem’i gözleriyle işaret ederek, “Öyle tatlı ki…” Timuçin’in mavi gözleri de bu sırada Ayça’ya kaydı. “Evet, kızlarla vakit geçirmek güzeldir. Her an buluşabilirsin. Bazen sinirlerin gerilir ama sonuçta çıkarın var, senden hoşlanıyor, seni sevdiğini söylüyor, ne istersen yapacağına seni ikna ediyor.” Ne diyor bu çocuk? Çek gözlerini Ayça’nın vücudundan! Kolumu Timuçin’in omzuna attım dikkatini dağıtmak için. “Sahiden, nasıl oluyor da o kadar içten olabiliyorlar? Sen çözdün mü sırrını?” “Yok canım sırrını çözmeye ne gerek var, zevkini yaşa, yeter sana.” Önümüzde tıngır mıngır yürüyen Sinem ve Ayça’ya baktım. Hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi üstümüzdeki yüksek ağaçlara bakıyorlardı. Yeni yeni tomurcuklanmıştı dallar.

31 Temmuz 2010

Plazada son gün

Toplam 22 iş günü süren stajımın son günündeyim. İçimde bir mutluluk var, paralar yatmış! Pazar günü de tatile çıkıyorum. Evet 22 yıldır olduğu gibi yine ailecek, yine Bodrum, yine saatler süren bir araba yolculuğu beni bekliyor... Uzun uçak ve araba yolculukları, zorunda kalmadığım sürece, sıkıntı veriyor. Klostrofobim de yok. Sadece yükseklik korkum var. Bunu da 15. kata ine çıka yenebileceğimi fark ettim. Neyse, bu sefer bizimkiler geçerken beni Kuşadası’nda Seviko’ya bırakacaklar. Birkaç gün boyunca eğleniciiiz.

Dün akşam zaten Ege Cansu ve Seviko’yla İstiklal’de buluştuk vakit geçirdik. Önce Melekler Kahvesi’nde oturduk, yemek yiyip lafladık. Ege Cansu hanfendü fal baktırdı, ağzı kulaklarında döndü. Bense son günlerde çevremdekilerle bol bol bakıp baktırdığım için ihtiyaç duymadım. Oradan çıktığımızda Ege Cansu Leo partisine koşturdu, biz de Seviko’yla Küçük Beyoğlu’na gidip o gürültüde boğazlarımızı patlata patlata birbirimize son 8 ay içinde neler yaptığımızı anlattık. Sesim kısıldı. Çalışanlar bir karnaval havasında yüzlerini zombi, palyaço vb. şekillere boyamışlardı. Bizim yüzlerimizi de boyamak için bol bol sordular ama uslu genç kızlığımız tuttu işte “Biz almayalım” dedik defalarca. Halbuki hiç de uslu genç kızların konuşacağı şeylerden söz etmiyorduk gece boyunca. Ayrıca bize servis yapan çocuk sarhoş gibi sallanıyordu. Seviko’yla, “Herhalde arkada içiyorlar gizli gizli” diyorduk, ki belki hiç de gizli içmiyorlardı. Can’ın üniversiteden arkadaşı Cihat’ı da gördüm selamlaştık, yanında 3 hatun vardı. Keyfine diyecek yoktu! Küçük Beyoğlu’ndan çıkıp köşeyi döndüğümüzde hali hazırda bir midye dolmacı bekliyordu. Ben hiç bu kadar kibar bir midye dolmacı görmedim. Yediklerimiz de tam ağzımıza layıktı. Bir ara dişlerimin arasında sert bir şey hissettim, adam “İnci mi? İnci mi?” diye heyecanlandı. Sonra baktık ki limonun çekirdeğiymiş. Güldük geçtik.

Bugün de güya faturaları gireceğiz ama bir türlü sabahtan beri iş yok önümüzde. Biz de diğer stajyerlerle Kanyon’a gideceğiz öğlen yemeğine. Gerçekten onlar olmasaydı sıkıntıdan patlayabilirdim. Çok hoşsohbetler. Daha sonra da buluşmayı, Ada’da mangal yapmayı, planladık. Dün de tam bizim son günlerimizde giderayak iş çıktı. 1 aydır ofiste tüm dağınıklığı oluşturan dosya, belge, zarf, fotoğraf, çiçek ne varsa toplu temizliğe giriştik. Nihayet. Önümüzdeki günlerde yeni gelecek stajyerlere yapacak iş kalmadı nerdeyse! Akşam burdan son kez çıkmadan önce ofistekilere bir güzellik yapmayı düşündük. Pasta almayı planlıyoruz öğleden sonra. Aslında burda bir Hoşbeş kültü mevcut ama onu her gün yapıyorlar. Birisi alıp da diğerine söylemeyince şakadan kıskançlıklar çıkıyor mesela.